PSİKOSOSYAL ORTAM


Amaç: İşyerlerindeki psikososyal riskler hakkında bilgi sahibi olmak

Öğrenim hedefleri:
1. İşyeri (çalışma) koşulları ile hastalıklar arasındaki ilişkiyi tanımlayabilmek
2. Talep – kontrol ve Emek – ödül dengesizliği modellerini örneklerle açıklayabilmek
3. İşyerindeki (çalışma ortamındaki) psikososyal faktörler ile bireyin kendisini iyi hissetme gereksinimi arasındaki etkileşimi tanımlayabilmek


Danışman: Nevin Eracar

(İŞ)

Çalışma koşulları ve psikososyal etmenler çalışan kişilerde sağlık sorunlarına neden olabilmektedir. Çalışanların özellikle yaşadığı sağlık sorunları kas-iskelet sistemi hastalıklarıdır. Çalışanlarda bu sorunun görülme sıklığının artmasıyla birlikte önemli bir halk sağlığı sorunu haline gelmiştir. Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi’ne göre Kas-iskelet sistemi hastalıklarının (KİSH) risk grubuna giren kişiler; düşük sosyoekonomik durumu olanlar, düşük eğitim seviyesi olanlar ve sağlık çalışanlarıdır.

Toplumsal sınıflardan biri olan işçi sınıfı, toplumun büyük bir kısmını oluşturmaktadır ve bu sınıfta karşılaşılan psikososyal etmenler sağlık sorunlarına neden olabilmektedir. İşe bağlı hastalıkların %50’sini işe bağlı kas-iskelet sistemi hastalıkları (İKİH) oluşturmaktadır. Çalışanlardaki İKİH’ın önemli bir risk etmeni strestir. Büyük ölçüde korunabilir olan İKİH, uzamış maruziyet ile aylar, yıllar süren latent bir dönemde çalışanın vücudunda hasara, sonra da hastalığa yol açabilmektedir.

Eğitim seviyesinin bireyin sağlık durumu ile yakından ilişkili olduğu bilinmektedir. Düşük eğitim seviyesindeki çalışanlarda kas-iskelet sistemi hastalığı artmaktadır. Düşük eğitim seviyesinde daha sık ağrı görülmesi; eğitimin sağladığı olanaklardan yararlanamamaya ve bu nedenle artmış maruziyete ve semptomlarla yeterince başa çıkamamaya bağlanmaktadır. Bu nedenle çalışma ortamındaki farklı eğitim seviyelerine sahip çalışanlarda İKİH farklılıkları olmaktadır.

Sağlığın belirleyicilerinden biri de gelir düzeyidir. Gelir düzeyi düşük olanlarda bel ve alt ekstremite ağrısı daha fazla olmaktadır. Bu durum düşük gelire sahip geçici işçiler ve serbest çalışanların risk faktörlerine daha fazla maruz kalmalarıyla açıklanabilir.

Psikolojik bozukluklar dünyada genel nüfusta ve çalışan nüfusta gün geçtikçe artmaktadır. Küresel krizler, artan işsizlik oranları ve işgücü piyasasındaki değişimler çalışanların ruh sağlığını etkilemektedir. İşlerin doğasında 21.yüzyılda gözlenen değişim ile depresif bozukluklar, kaygı ve uyum bozuklukları ve travma sonrası stres bozukluğu semptomları işyerinde en çok gözlenen psikolojik bozukluklardır.

Çalışanlar, küçülme, işten çıkarma, şirket birleşmesi, koşullu istihdam ve artan iş yükü gibi ruh sağlıklarını etkileyebilecek yeni örgütsel yapılar ve süreçlerle geçmişe oranla çok daha fazla karşılaşmaktadır. İş ve özel alan arasındaki sınırların bulanıklaşması, işin gerektirdiklerinin tahmin edilemezliği, güvenlik ve sağlık korumasının ihmal edilmesi işgücü piyasasındaki değişimlerin temel olumsuz etkilerindendir. Bu değişimler çalışanların yaşadığı stresi artırmaktadır.

Çalışanların yaşadığı işle bağlantılı stresin olası diğer nedenleri; aşırı çalışma, açık yönerge eksikliği, gerçekçi olmayan teslim tarihleri, karar vermeden mahrumiyet, iş güvencesizliği, yalıtılmış çalışma koşulları, gözetim ve yetersiz çocuk bakımı düzenlemeleridir. Tüm bu değişimler çalışanların yaşadığı stresi artırmakta ve ruhsal sağlıklarını olumsuz etkilemektedir. Ruh sağlığı sorunlarına bağlı olarak verimlilik kaybı yaşanmaktadır. Araştırmalar stres ve kaygıya bağlı olarak işe gelemeyen çalışan sayısının fiziksel hastalık ya da yaralanma nedeniyle gelmeyenlerden daha çok olduğunu göstermektedir.

Çalışma yaşamanın kalitesine göre bir çalışanın iş yeriyle ilgili farklı düşünceleri oluşmaktadır. Çalışanın işinden memnun olması durumunda, kişi çalıştığı iş yerinde uzun yıllar çalışmaya devam edecek ve ilgili iş kolunda uzun yıllar çalışma isteği olacaktır. İnsanlar, çalıştıkları işte sadece kazançlarını düşünmezler. Ayrıca o işi yapıyor olmanın verdiği bir tatmini, gururu, başarı hissini, işi aracılığıyla milli ekonomiye ve topluma katkı sunma duygusunu da yaşamaktadır.

Çalışanın işinden memnun olmadığı durumda ise tam tersine kişi stresli bir ruh halinde olur ve hoşnutsuzluğun hakim olduğu bir ruh haline maruz kalmaktadır. Çalışanlar yüksek düzeyli bir çalışma yaşam kalitesine sahip olduklarını düşündüklerinde, temel ihtiyaçlarının karşılanması suretiyle iş doyumlarının da arttığını ortaya koymaktadır. İşyerinde mutlu olan bir çalışanın işyerine bağlılığı, istekliliği ve çaba sarf etmesi, performansı, işe yaklaşımı artmaktadır. Bununla birlikte, işten kaçışı, işe yabancılaşması azalmaktadır.

Bir işe sahip olmak düzenli bir gelir için olduğu kadar toplumsal statü ve kimlik için de gereklidir. Böylece kişi bazında meslekler ile kimlik oluşumu, kendine güven ve yeterlilik arasında bağlantı kurulmuş olmaktadır. Bireylerin gelişimi meslek statülerindeki gelişimleriyle doğru orantılıdır. Ancak bu iki değer karşılıklı etkileşim içindedir. Çalışanlar işlerinde çaba gösterirlerken bunun karşılığında statülerinin olumlu yönde değişmesini ister ve statülerinin yükselmesini beklemektedir. Bu olumlu değişimin olmaması durumunda, iş stresi meydana gelmektedir. Bu model daha çok hizmet sektörü çalışanlarında kullanılmaktadır.

Çalışanların çalışma koşullarının sağlık etkilerinin açıklanmasında kullanılmıştır. Özellikle iş güvencesi, işsizlik tehdidi gibi günümüzde çalışma yaşamının önemli değişkenlerinin sağlık üzerine etkilerinin açıklanmasında kullanışlı bulunmuştur. Bu kişiler çok emek harcarlar fakat bunun sonucunda işlerinin ellerinden alınmamasını ister, çok kazanç beklemezler. Model, kişiye özgü özelikleri (intrinsik etken, kendini adama) dışsal etkenlerle birlikte değerlendirir (iş yükü-gelir).

Bu iki etken çaba ve karşılığını dengede kalmasını sağlayacak kaynakları oluşturur. Kendini işine adama çaba ve ödül arasındaki dengesizliğin tolere edilmesinde tampon oluşturur. Kendini adama bir grup tutum, davranış ve duygu durumunun tanımlanmasında kullanılır. Bu kişiler aşırı bir onaylanma ve saygınlık beklerler. Bu durum yüksek iş yüküne karşılık düşük karşılık (güvence, ücret vb.) ile birlikte iş stresini oluşturmaktadır.

Referanslar


(ABY)

İşyerlerinde en sık görülen hastalıklar:

Ruh sağlığı: Zihinsel ve Davranışsal Bozukluklar (ILO’nun 2010 tarihli (Tavsiye Kararı No: 194) Meslek Hastalıkları Listesinden - Tükenmişlik, Anksiyete, Sürekli Yorgunluk Hissi, Stres ve nörolojik bozukluklar (işe gelmek istememe, konsantrasyon güçlükleri, dikkatsizlik, mutsuzluk, kendini işyerine ait hissetmeme ve madde kullanımı).

Psikososyal sağlık: Tükenmişlik, Anksiyete, Stres ve nörolojik bozukluklar

Fiziksel hastalıklar: KKH (Koroner Kalp Hastalığı), Sırt-Bel Ağrısı, Baş Ağrısı,Psikolojik ve Fiziksel hastalıklar çoğu durumda birlikte ve birbiriyle etkileşerek etkinlik gösterirler, birbirlerini tamamlar veya birbirinin etkisini güçlendirirler.

Özellikle elektronik, haberleşme ve biyoteknoloji alanındaki gelişmeler ile birlikte üretim sürecinde artan bir oranda robot vb. teknolojik donanımlarla çalışılması,nitelikli emek gücüne olan ihtiyacı arttırmıştır. İşletmeler küçülerek daha az işçi çalıştırır hale gelmiştir. Bu dönemde yeni çalışma biçimleri ortaya çıkmıştır. “Kısmi süreli çalışma”, “esnek çalışma”, “esnek süreli çalışma”, “farklı saatlerde çalışma”, “kısaltılmış haftalık çalışma günü”, “geçici çalışma”, “tele çalışma”, “evde çalışma” gibi çalışma türleri bu dönemde ortaya çıkan yeni çalışma türleridir.

Sanayileşme süreci ile uzun ve belirsiz çalışma saatleri, yoğun iş yükü, tatmin edici olmayan çalışma ortamı, taşeron uygulaması gibi faktörler çalışanların sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir.

İş güvencesizliği, aşırı iş yükü, çalışma biçimi, çalışma ortamı, çalışma süresi, düşük güvenlik düzeyi, kişilerarası ilişkiler, işteki rol, ücret, vardiya, esnek çalışma, mobbinge maruz kalma işyerlerinde psikososyal ortamı aşırı derecede olumsuz etkilemektedir.

Özsaygı, çalışanın kendisine saygı duyması, kendisini değerli hissetmesidir. Çalışan yaptığı işte onay ve övgü alırsa kısaca emeği fark edilirse; başarılı ve iyi hisseder kendini. Ayrıca iş sağlığına da olumlu yönde etki eder. Eğer çalışanlar işlerinde onay ve övgü almazlar ise kendilerini başarısız hissedebilirler. Bu da çalışanların iş sağlığına olumsuz yönde etki eder.

Özsaygısı düşük, endişeli, kararsız, içe dönük, vicdan sahibi, nörotik ve itaatkar gibi kişilik özelliklerine sahip çalışanların, diğer çalışanlara göre daha fazla psikolojik şiddete (mobbing) maruz kaldıkları görülmüştür.

Emeğin karşılığı olarak kabul edilen ödüller iki çeşittir

Maddi ödül: Maaşa zam, prim, maddi hediye
Manevi ödüllendirilme : Terfi fırsatı, ayın elemanı seçilmesi(yaptığı işin beğenilmesi) vb.

Göçmen işçilerin (özellikle Suriye’li) sigortasız - kaçak çalıştırılması sonucu düşük işçilik maliyetleri oluşmaktadır. Ayrıca uzun çalışma saatleri ile yüksek emek düşük maliyet ile satın alınmaktadır. İşverenler de normal çalışanlarına düşük ücret karşılığında yüksek emek dayatmaktadırlar. İşten çıkarılma, işe alınmama kaygısı ile bu dayatma çalışanlar üzerinde etkili olmaktadır.

Niteliksiz iş gücü (mesleki eğitimsiz veya eğitim seviyesi düşük) de yüksek emek karşılığında düşük ödülü kabul etmektedir.

Eksik veya tek taraflı sözleşmeler de düşük ücret karşılığında yüksek emek harcamayı gerektirecek yapıda olabilmektedir. Çünkü işverenin profesyonel hukuki danışmanlık alarak hazırlattığı sözleşmenin çalışanca imzalanması söz konusudur.

Sendikal hakların kullanılmaması veya kullandırılmaması durumlarında da bu dayatma etkili olmaktadır.


Personel değerlendirmenin belirsiz olduğu veya olmadığı, işyerlerinde yöneten ve yönetilenler arasında fikir ayrılığı olduğu, çalışma süresinin uzun olduğu, ücretlerin yetersiz olduğu, iş yükünün çok olduğu, sürekli ücretsiz fazla mesai yapıldığı, işyerinde kayırmacılık olduğu, işyerinde olumlu davranışların ödüllendirilmediği, işyerinde güç savaşı olduğu çalışma koşul ve durumlarında da emek karşılığı ödül dengesi olmayacaktır.


KATILIMCILARIN SORULARI / DÜŞÜNCELERİ

M.Ç.



Metnin son bölümünde politika önerileri yapılmakta. Bu önerilerde insanların iş ortamlarının iyileştirilmesi ve başka sosyal ortamlarda yeniden kendini örgütlemesi gerektiği vurgulanmaktadır. Bu önerilerle beraber benim de aklımı kurcalayan ve grupla paylaşmak istediğim soru; Yukarıda anlatmaya çalıştığım ofis ortamında çalışan bir işçinin kendisinin sağlığını bozan bu düzeni sorgulayabileceği, sosyal ortamlarda örgütlenip aynı dertten mustarip insanlarla buluşabileceği ve hatta bu düzeni değiştirebileceği platformları, buluşma noktalarını nasıl yaratabiliriz?



Tarif ettiğiniz çalışma ortamı, “dışarıdan” bir gözle okunduğunda çok insanlık dışı gibi duruyor, fakat “işyeri ortamında” saydığınız şeyler (monotonluk, günde 12 saat çalışmak, konuşma yasağı, taciz ve angarya) “sistematik” olarak uygulandığından, “örgütsel norm” haline geliyor ve işçiler/çalışanlar arasında “işin parçası” olarak algılanıyor.
İşyerinin bir dinamiği var ve yeni işe giren kısa zamanda bu dinamiğin bir parçası oluyor. İnanmak zor gelebilir fakat işçiler arasında bu uygulamalar, belki patronun dahi aklına gelmeyecek gerekçelerle meşrulaştırılmaya başlanıyor:
Monotonluk: Zaten işin doğası bu, yapacak bir şey yok12 saat çalışma: ama işler yetişmiyorKonuşma yasağı: Buraya sohbet etmeye gelmiyoruzTaciz: Dişi köpek kuyruk sallamasa…Angarya: O da iş, birisi elbette o işi yapacak
Yani işyerinde bu uygulamalara karşı çıkmaya kalktığınızda karşınızda patrondan önce yanınızdaki arkadaşlarınızı buluyorsunuz.  
Burada “ne yapmalı” sorusunun yanıtını bence Lenin’in “Ne Yapmalı” kitabında aramak lazım. Lenin işçilere bilincin (bilgi değil!) “dışarıdan” gelmek zorunda olduğunu söylüyor. Bu durum yalnızca eğitimsiz işçiler için değil, ortalama 18 yıl eğitim üzerine 4 – 5 yıl ihtisas eğitimi almış uzman doktorların çalıştığı bir hastane veya eğitimine aynı süre harcamış öğretim üyeleri ve akademisyenlerin çalıştığı üniversite için dahi geçerli. Bunlara da “bilincin” dışarıdan götürülmesi gerekiyor.
Özetle bahsettiğiniz “platform veya buluşma noktası” proletaryanın partisinden başka bir yer olamaz. Bu durum “sendikalar” için de geçerlidir, sendikalara da “bilinç” ancak “dışarıdan” taşınabilir.  

**************************************************************************************************************************************************************************************



Merhaba,
BAA bir süredir "bilim" haberleri hazırlıyor. Nevzat Evrim Önal bu hafta İngiltere'de çocukluk çağı obezitesine ilişkin yayınlanan haberlere dikkat çekmiş. Buna göre İngiltere'de yapılan bir çalışmanın sonuçları çocuklardaki obeziteyi annelerin çalışmasına bağlıyor.
https://www.mirror.co.uk/news/uk-news/scientists-blame-working-mums-uks-14115099?fbclid=IwAR3IRMOWrYJTAiVpur0tGub0SY8bENWCawTokxJPj9M_DZBLjKcsaYNVA94 
Bu habere tepkiler de gelmiş:
https://www.independent.co.uk/life-style/childhood-obesity-working-mothers-study-a8817166.html 
Bugüne kadar işlediğimiz 3 konudan öğrendiklerimizle, çocuklarda salgın halini alan obeziteyi "annelerin çalışmasına" bağlayan bu "bilimsel" araştırmanın, günümüzde burjuvazinin üniversitelerinin bilimi nasıl emekçileri kandırmak amacıyla kullandığına ve sağlık alanındaki İDEOLOJİK MÜCADELENİN nasıl örgütlendiğine örnek olarak sunabiliriz. Bu aynı zamanda eğitim çalışmamız için bir "uygulama" oluşturabilir.
BAA'nin Toplum Sağlığı grubuna bu konuda bir haber - değerlendirme yapması için yardımcı olmak ister misiniz?
Selamlar

M.Ç.

Merhabalar. Elbette ben yardımcı olmak isterim metin hazırlanırken. Ancak İngilizcem yetersiz olduğundan haberi detaylarıyla okuyamadım. Benden başkası da bu sorunu yaşıyorsa grupta, belki çevirisini oluşturabilirsek güzel olabilir. Sevgiler


Haberin konumuzla ilgili kısmının çevirisi kabaca şöyle:
MIRROR: Bilim insanları aşırı kilolu çocuklardaki muazzam artıştan çalışan annelerin sorumlu tutulabileceğini söylüyor. Yeni bir bilimsel çalışma, İngiltere’deki çocukluk obezitesi salgınından çalışan annelerin sorumlu tutulabileceğini öne sürdü. Babaların çalışmasının çocukların ağırlığını etkilemediğini bulan University College London’ın araştırmasının, ebeveynlerin çalışma durumlarını çocukların aşırı kilosuna bağlayan ilk araştırma olduğuna inanılıyor. Sunday Times’a konuşan Professor Emla Fitzsimons "Anneleri çalışan çocukların daha çok sedanter davranışa ve daha kötü diyet alışkanlığına yatkın olduklarını bulduk” dedi.
20 bin aile üzerinde yapılan çalışmada, çocuklarına tek başlarına bakan çalışan annelerin çocuklarının aşırı kilolu olma riskinin yüzde 25 daha yüksek olduğu bulundu.  Aynı zamanda evde diğer bir ebeveyn varsa, çocukların aşırı kilolu olma şansı artıyor fakat çocuklarına tek başlarına bakan çalışan annelerin çocuklarınınki kadar yüksek değil. Anneleri yarı zamanlı çalışan çocuklarla, tam zamanlı çalışan çocuklar arasında aşırı kilolu olma şansı bakımından çok fark yok. Araştırma anneleri çalışan çocukların yüzde 29 daha az düzenli kahvaltı yaptıklarını, aynı zamanda yüzde 19 daha fazla günde üç saatten çok TV izlediklerini bulmuş.

E.K.

Merhaba,

Çocuklardaki obezitenin, annenin çalışmasıyla ilgisi üzerine yapılan ve yayımlanan bilimsel araştırmanın kendisinin bir taslağını hızlıca okudum. Sonuç bölümünde çalışan anneler veya ebeveynlerin sağlıklı besine ulaşmalarının sağlanması ve okul öncesi eğitim kurumlarında bu duruma dikkat edilerek beslenmenin düşünülmesi gibi politika önerileri var. Politika önerilerine bakarsak, annenin çalışmayıp evde durması durumunda sorunun aşılabileceği konusuna girmemişler gibi görünüyor. Ancak bu gibi anaakım araştırmaların, özellikle tek ebeveyn olan ve çalışan annelerin gelir düzeylerinin düşük olması gerçeği, dolayısıyla yaşam koşulları ve sağlıklı beslenebilme olasılıklarının kısıtlı olması gerçeğiyle nasıl yüzleşmedikleri her seferinde yeniden şaşırtıcı geliyor. Erken kapitalistleşmiş ülkelerde, yoksulluk ve obezitenin artık açıkça bilinen doğrudan bir ilişkisi varken bu konuyu es geçmek de ciddi bir eleştiri hak eder gibi görünüyor sanıyorum.

BAŞ YAZARIN KİMLİĞİ: https://www.ifs.org.uk/people/profile/30


E.K. önemli bir noktaya dikkat çekmiş. Bu araştırmanın sorunu E.K.’nın da belirttiği gibi “özellikle tek ebeveyn olan ve çalışan annelerin gelir düzeylerinin düşük olması gerçeği”. Bu gerçeği dikkate almayan araştırmacı tarafgirlik yapıyor.
Bunun en güzel örneği istatistik derslerinde klasik örnek olarak anlatılan sahte kahve – koroner hastalık ilişkisidir. Buna göre içilen kahve miktarı arttıkça, koroner hastalığa yakalanma riski de artmaktadır. Oysa aynı insanlara sigara alışkanlıkları da sorulduğunda, kahve tiryakilerinin çoğunun aynı zamanda sigara tiryakisi oldukları anlaşılır ve bu durum dikkate alınmadığında istatistiksel olarak sanki kahve tüketimi ile koroner hastalık arasında bir ilişki varmış gibi göründüğü ortaya çıkar.
Burada da araştırmacılar “single mother” olmak ile çocukluk obezitesi arasında aslında var olmayan bir ilişkiyi varmış gibi gösteriyorlar. Oysa araştırmada “yoksulluk” durumu “kontrol” edilerek değerlendirme yapıldığında gerçek ortaya çıkacaktır. 

14 Mart 2019

Tekrar merhaba,

Şöyle bir taslak hazırladım, katkıda bulunmak isteyen olur mu?

Bu hafta İngiltere basını, Emla Fitzsimons ve Benedetta Pongiglione tarafından kaleme alınan “The impact of maternal employment on children's weight: Evidence from the UK” başlıklı makaleyle çalkalandı (1). Yazarlar, annelerin çalışmasıyla çocuklarının obez olması arasında bir ilişki bulunduğunu, bu ilişkinin özellikle “single mother” yani çocuklarını tek başlarına büyüten annelerin çalışması durumunda çok daha güçlü olduğunu savunuyorlardı (2). Bilim insanların “mağduru suçlayan” bu provokatif yaklaşımı sosyal medyada infial yarattı. Biz de BAA tarafından yürütülen Sağlık Okuryazarlığı eğitim programı çerçevesinde, bu makalenin eğitimimizde öğrendiklerimizi uygulayabileceğimiz bir fırsat olabileceğini düşündük.

OBEZİTE SALGINI VE SINIF MÜCADELESİ

Obezite DSÖ tarafından “salgın” olarak tanımlanan ve her geçen gün daha da büyüyen bir sorun. 2016 yılında dünyada 17 yaş üzerindeki 2 milyar insanın aşırı kilolu ve bunların 650 milyondan fazlasının obez olduğu açıklandı (3). Neredeyse dünya üzerindeki her dört kişiden birini etkileyen bir sorun, doğal olarak “sınıf mücadelesinin” konusu haline geldi ve sınıflar ulusal ve uluslararası ölçeklerde karşılıklı olarak mevzilenmeye başladılar.

Alınan enerji ile harcanan enerji arasındaki dengeyle ilgili görünen metabolik bir sorunun bu kadar politikleşmesinin nedeni, enerji dengesinin özellikle gıda tüketimi ayağının birçok yönden “sermaye birikimiyle” doğrudan ilişkili olması.

Kapitalist düzenin kırmızı çizgisi olan “sermaye birikimi”süreçlerini olumsuz etkileyebilecek her türlü girişim, sermayenin şiddetli tepkisine neden olur. Bu nedenle bilim insanları, sermayenin kırmızı çizgisinden uzak durmayı tercih ederler. Bunun en somut örneklerinden biri 2004 yılında DSÖ, diyet ile obezite arasındaki ilişkiye “tüketim” bağlamında dikkat çektiğinde yaşanmıştır. Çocuklara yönelik reklamların denetlenmesi ve bireylerin diyetlerinde tuz ve şekeri kısıtlaması gibi tedbirlerin ekonomisine zarar verebileceğini savunan ABD, DSÖ’nün kulağını “sertçe” çekti (4).

Buradan “mesajı” alan bilim insanları, çalışmalarını enerji dengesinin sermayenin tepkisinine neden olmayan, aksine sermaye için yeni yatırım alanları (fitness endüstrisi) açan enerji harcaması ayağına kaydırdılar (5). Emekten yana bilim insanları ise tartışmaların başından itibaren obezitenin yüzeysel enerji denklemi yaklaşımlarıyla açıklanamayacağını savundular (6).  

İNGİLTERE’DE OBEZİTE

OECD verilerine göre İngiltere, Batı Avrupa’da obezitenin en yaygın olduğu ülke (7) ve hükumetler İngiltere’de obezitenin son 30 yılda yüzde 92 artmasına “seyirci kalmakla” suçlanıyor (8).  Gerçekten de, İngiliz hükumetinin çocukluk obezitesi “eylem planı” (9) incelendiğinde sorunun sosyal – ekonomik boyutlarına hitap etmeyen “yüzeysel” tedbirler içerdiği görülüyor.

İngilitere hükumetinin obeziteyle mücadele kapsamında “fast food” sektörüne yönelik düzenleme önerileri, “rekabetin” oldukça yoğun yaşandığı bu alana (10) yatırım yapan sermaye çevrelerini rahatsız ediyor. Sermaye çevreleri toplumu, satın aldıkları bilim insanları üzerinden, sorunun gıdalarla “alınan” enerjiden değil, alınan enerjinin “harcanmamasından” kaynaklandığına inandırmaya çalışıyorlar (5).  

Fitzsimons ve Pongiglione’nin makalesi bu mücadeleye yeni bir boyut kazandırmış görünüyor: çalışan anneler, özellikle de “single mother”, yani çocuğunu tek başına büyüten çalışan anneler.

ANNELER ÇALIŞINCA ÇOCUKLAR ORTADA KALIYOR

Fitzsimons ve Pongiglione İngiltere’de 1975 – 2016 arasında çalışan anne oranında yüzde 70’lik bir artış olmasının, bu dönemde çocuklarda obezitenin 10 kat artmasıyla ilişkisi olduğunu savunuyorlar. Obezite sorununu, sermaye ideolojisinin geleneksel bireyci – indirgemeci yaklaşımı çerçevesinde “enerji dengesine” (harcanandan fazla enerji alımı) bağlayan araştırmacılar, bunu çalışan annenin çocuğuna “vakit ayıramaması” ile ilişkilendiriyorlar: “istihdamda artış ebeveynlerin (annelerin) evde daha az zaman geçirmesi, yemek hazırlama dahil ev işlerine daha az zaman ayırması anlamına geliyor”.

Çocuk gözetimindeki azalmanın gıda alımı ve bedensel etkinlik “tercihini” etkileyebileceğini öne süren yazarlar, aslında anne-babanın çalışmasının eve giren geliri arttırarak sağlığa olumlu katkı yapacağını, fakat “evli olmayan annelerin” çalışmasının böyle bir avantaj sağlamadığını savunuyorlar. Makale giderek bir “evlilik” propagandası halini alıyor ve çocuk bakarken evli olmanın bekar olmaya göre kerameti kendinden menkul “üstünlükleri” sıralanıyor. Çocuk bakımının “kamusal” biçimleri, çalışan anneler için kamusal kreş olanakları gibi “toplumcu” olasılıklara hiçbir şekilde yer verilmiyor.

Makalenin “tartışma” bölümünde araştırmanın annenin (özellikle single mother) çalışmasının çocuklarda obesiteyi arttırdığını gösterdiğini iddia eden araştırmacılar, annenin yarım veya tam zamanlı çalışması arasında fark olmadığını, buna karşılık “babanın” çalışıyor olmasının çocuklarda obezite gelişmesine bir katkısı bulunmadığını savunuyorlar (2).

SORUNLARA MARKSİST YAKLAŞIM

Burjuva bilimi obezite sorununu geleneksel idealist perspektifiyle ve Kartezyen indirgemeci yöntemle ele alarak, sermayenin gereksinimleri doğrultusunda yaklaşırken, Marksist bilim insanları “tarihsel – toplumsal” bir perspektif ve diyalektik – maddeci bir yöntemle yaklaşıyor.
Burjuva bilimi obeziteyi kalkınma, sanayileşme, şehirleşme, sedanter yaşam tarzının yagınlaşması ve “besin geçişi” (işlenmemiş gıdalardan, işlenmiş gıdalara geçiş) süreçlerinin “kaçınılmaz” sonucu olarak görüyor (11) ve çocukların aldıkları enerjiyi yakmalarına yönelik tavsiyelerde bulunuyor.

Marksist yazar Chaufan ve arkadaşları ise obezite sorununu çocukların “hareketsizliğine” bağlayarak, çocukların okula gidişlerinde motorlu taşıt (servis) yerine aktif ulaşım yöntemleri (yürüme, bisiklet vb) öneren yaklaşımların, önerenlerin düşündüğünün “tam tersi” sonuç verdiğine dikkat çekiyorlar ve asıl meselenin obez çocukların “daha yoksul” olmaları olduğunu belirtiyorlar (12).  

Chaufan başka bir makalesinde burjuva bilim tarafından önerilen  diğer bir “bireyci” çözüm olan restoranlarda menülere gıda içeriklerinin yazılması ve böylece bireylerin sağlıklı “tercih” yapabilmesi önerisinin de işe yaramayacağını belirtiyor. Hatta bu uygulamanın sahip olanlar (haves) ile olmayanlar (have nots) arasındaki güç uçurumunu büyüterek, obezitenin toplum içindeki eşitsiz dağılımını arttırabileceğini öne sürüyor (13).
    
KAYNAKLAR

4. Boseley, S. “US accused ofsabotaging obesity strategy”, International Journal of Health Services, (2004), Volume 34, Number 3: 553–554.
11. Hruby, A. ve Hu, F.B. “The Epidemiology of Obesity: A Big Picture”. PharmacoEconomics, (2015), 33: 673-689.
12. Chaufan, C. ve ark. “You Can't Walk or Bike Yourself Out of the Health Effects of Poverty: Active School Transport, Child Obesity, and Blind Spots in the Public Health Literature”. Critical Public Health (2105), 25, 1: 32–47.
13. Chaufan, C. ve ark. “Food for thought: menu labeling as obesity prevention public health policy”. Critical Public Health (2011), 21, 3: 1– 6.


TARTIŞMA SORULARI


1. İşyerindeki psikososyal ortamla en çok ilişkilendirilen hastalıklar nelerdir?


İ.Ş.

Psikososyal risk etmenleri: İş güvencesi, gelecek kaygısı, uzun çalışma süreleri iş stresi, şiddet, zaman baskısı, iş memnuniyetsizliği, monoton iş, dinlenme molalarının azlığı vb.

Çalışma ortamında yer alan  psikososyal risk etmenlerinin iş kazası, meslek hastalıkları ve işle ilgili hastalıklarla ilişkisi psikolojik, hukuksal, sosyolojik ve ekonomik boyutları olan geniş kapsamlı bir konudur.

Sağlığı etkileyebilecek psikososyal özellikler sonucu işçi, işini stresli olarak algılar ve işçinin sağlığını etkilemeye başlar. Stresin fiziksel sonuçları olarak; kalp-dolaşım sistemi bozuklukları görülebilir, sindirim sistemi bozuklukları yaşanabilir ve kas-iskelet sisteminde sorunlar görülebilmektedir. 

Yazarlar bu başlık altında “yabancılaşma” (alienation) olgusunu değerlendirmemişler. Oysa kapitalist üretimde emekçinin ürettiği ürüne yabancılaşmasıyla başlayan ve sonunda kendisine yabancılaşmasına kadar giden süreç birçok mental – ruhsal soruna zemin oluşturuyor. Günümüzde anaakım psikoloji ve psikiyatri de yabancılaşma olgusuyla çok ilgilenmiyor. Program içinde zamanımız olursa ve arkadaşlar isterse yabancılaşmayı ayrı bir başlık olarak değerlendirebiliriz.   

L.B.


Küreselleşmeye bağlı iş yaşamında ortaya çıkan değişimler, işçilerin bedensel ve psikososyal özelliklerine uygunsuz şekilde gerçekleşiyor ve işçinin kişisel özellikleri yok sayılarak bu değişime ayak uydurmaları isteniyor. Bu durum işçilerde strese bağlı olarak iş kazaları, meslek hastalıkları ve işle ilgili hastalıkların ortaya çıkmasına yol açıyor. İş güvencesi, gelecek kaygısı, uzun çalışma  süreleri, iş yükü stresi, şiddet, iş bitim tarihlerinin baskısı, iş memnuniyetsizliği, esnek olmayan çalışma programları, çalışanların alınan kararlara düşük katılımı, monoton iş, dinlenme molalarının azlığı, belirsizlikler vb. psikososyal risk etmenleri vardır. İşverenin kâr hırsından doğan riskler ise bazı hastalıklara doğrudan yol açıyor. İş yapmaya karşı isteksizlik, , dikkat eksikliği, algısal bozukluklar, unutkanlık, hayattan zevk alamama = depresyon. Yoğun iş temposu ve iş yaşamındaki dengesizlikler depresyonu oluşturan önemli unsurlardan.

M.Ç.

Okuduğumuz metinde, bireyin işyerindeki psikososyal ortam kalitesinin birçok hastalığa neden olabileceğini araştırmalarla ve bulgularla destekleyen bir fikir var. İşyeri ortamlarının en çok tetiklediği hastalıklar olarak başta koroner kalp hastalığı (KKH), çeşitli kas-iskelet bozuklukları, ruhsal bozukluklar olarak gösterilmiştir.

Metinde birçok hastalığın sonuçlarına ve psikososyal ortam ile ilişkisine değinirlerken; koroner kalp hastalığının üzerinde daha fazla durulmuştur. İki ana soru üzerinden bu hastalıkların nasıl meydana geldiği açıklanmaya çalışılmıştır. Hastalığın sosyal sınıfa göre dağılımında değişim (Marmot 1992) ve Farklı ülkelerde KKH oranında yükselme ve düşme (Uemura ve Pisa 1988).

A.B.

İşyerlerinde görülen psikososyal ortamın etkisiyle ortaya çıkan hastalıkları meslek hastalıklarıyla karıştırmamak gerekir. İşyerindeki strese, baskıya bağlı olarak ortaya çıkan hastalıklar vardır. Bunları başta koroner kalp hastalıkları olmak üzere kas-iskelet bozukları ve psikolojik hastalıklar olarak sıralayabiliriz.

Sanıyorum başka bir şey anlatmak istediniz fakat yanlış anlama olmasın diye düzeltme yapayım istedim. İşyerinde maruz kalınan fiziksel, kimyasal veya biyolojik etkenlerin neden olduğu hastalıklara meslek hastalığı dediğimiz gibi (gerçi meslek hastalığı tanımı daha kapsamlı fakat ben burada örnek veriyorum), aynı şekilde psikososyal etkenlerin neden olduğu durumlar da meslek hastalığı olarak değerlendiriliyor. Selamlar

2. İşlerin doğasında 21. yüzyılda gözlenen değişim, işyerlerinde psikososyal ortamı nasıl etkilemektedir?


İ.Ş.

İşlerin doğasında 21. yüzyılda iş yükü artmış, tekrarlayıcı monoton çalışma hayatına girilmiş, uzun süreli kesintisiz çalışma ortamı oluşmuş, yarı vasıflı-vasıfsız çalışma meydana gelmiştir. Bu gibi etmenler; işin değersiz olması, vasıfların kullanılmaması, görev çeşitliliğinin olmaması, tekrarlayıcı iş, belirsizlik, öğrenme fırsatı bulamama ve yetersiz kaynaklar kronik strese neden olan etmenlerdir.


M.Ç.

Kapitalist toplumlarda metinde de belirtildiği gibi bir iş sahibi olmak hayatta kalmanın ve geçimini düzenli ve sürekli bir şekilde sürdürebilmenin önkoşuludur. Bu durumun getirdiği üzere iş hayatı birey için diğer sosyal ortamlarından daha önemli hale gelir. İş hayatı bireyin sosyo-ekonomik durumunu belirler. Kişisel büyüme ve gelişmeye katkıda bulunur ve bireyin diğer sosyal ağlara ulaşmasında aracı konumdadır.

Kapitalist toplumlarda insanların yaptığı işler fiziksel işlerden daha çok zihinsel veya duygusal beceri gerektiren işlere doğru kaymaktadır. Bilgisayar ve bilgi işlem sektörünün genişlemesi veya hizmet sektörünün büyümesi böyle bir dönüşüme yol açmaktadır.

Türkiye’den örnek verecek olursak; TÜİK, DİSK veya çeşitli STK ve siyasi partilerin istihdam alanında yaptığı araştırmaları incelediğimizde sanayi sektöründe çalışan insan gücünün gün geçtikçe azaldığını ve bu insan gücünün hizmet sektörüne yöneldiğini görmekteyiz. Bu dönüşüm işçi sınıfının profilini, ihtiyaçlarını ve beklentilerini elbette değiştirmektedir.

Bu dönüşüm işyeri ortamlarını işçi sınıfının aleyhine olumsuz etkilemektedir. İş hızı insani olmayan boyutlarda artmakta ve monotonlaşma beraberinde gelmektedir. Hizmet sektörünün büyümesiyle birlikte bütün bir toplumun önem verdiği özel günlerde, tatil yapılması veya toplumla birlikte kutlama, anma vs. yapılması gereken günlerde işçi sınıfının büyük bir çoğunluğu çalışmaktadır. Şirketlerin tekelleşmesi ve orantısız büyümesiyle birlikte; 24 saat üretim yapılması veya hizmet verilmesi işçi sınıfının büyük bir çoğunluğunu gece çalışmasına ve vardiyalı sisteme mecbur bırakmaktadır. Bu yaşanan dönüşümle birlikte çalışan yetişkin insanlar da birçok hastalık tetiklenmektedir.


3. İşyerinin psikososyal ortamı ile işçinin özsaygısı arasındaki ilişkiyi nasıl örneklersiniz?

İ.Ş.



Aşırı iş yükü, hızlı tempo, son teslim tarihi baskısı, işçinin işini denetleyememesi ile işçinin kalıtımsal, gelişimsel ve kişilik yapısı etkileşerek sorun ortaya çıkarır. İşten çıkarma ya da söylentileri, küresel rekabet, yeniden yapılanma gibi kurumsal etmenler işçinin sürekli bir işi olacağı duygusunu erozyona uğratarak işe bağlı anksiyeteye neden olur. Kişinin her an işten çıkarılacağı korkusuyla devam etmesi kişinin kendine olan saygınlığı kaybetmesine yol açar.

M.Ç.

Özsaygıyı bireyin kendine duyduğu saygı, kendini alçaltmama hali olarak tanımlarsak; Türkiye’de bir Çağrı Merkezini düşünelim; Doğru düzgün belirli bir maaş sistemi olmayan prim sistemiyle müşteri bağlamaya endeksli, çalışanların sürekli bu kaygının altında ezildiği bir çağrı merkezi.

Bireylerin iş üzerinde kontrolünün olmadığı yani telefonda müşteriyle görüştüğü ürün veya hizmete yabancılaştığı bir meslek. Monotonluk yüksek seviyede. Günde 10 – 12 saat aynı işi yapmak. Mola için içilen çayın bile 15 dakika ile sınırlandığı, yanındaki masa arkadaşınla konuşmanın yasak olduğu, konuştuğunda azar işittiğin bir psikososyal ortam. Kadınsan patron tarafından tacize uğradığın, erkeğe göre yarım ücret aldığın, erkeksen daha çok angarya işe koşturduğun masa başında telefonla konuşman gerekirken, ofise gelen kırtasiye malzemesini merdivenlerden yukarı çıkardığın bir iş ortamı. Tüm bu mobing ve yabancılaşmanın ortasında birde ay sonunda aldığın emeğinin karşılığı olmayan bir ‘’ödül’’ Bir de yetmezmiş gibi seni taciz eden, baskı uygulayan patronun hiç terlemeden milyonlar kazanması.

Belki çok karikatürize ya da doğanın kanunu gibi gelebilir ancak yukarıda ki paragrafta anlatmaya çalıştığım ofis ortamı ; eğitimini aldığı mühendislik, eğitim bilimleri veya sosyal bilimlerden iş bulamamış ve yaşamını sürdürebilmek için kendisini ofiste bulmuş ‘’beyaz yakalı’’ işçilerin çalıştığı gökdelenlerin içine hapsolmuş bir ofis ortamı. İnsanların her gün ama her gün onurlarının kırıldığı, kendisini beceriksiz veya sıradan hissettiği böyle iş ortamlarında insanlığa olan saygıları ve inançları azalmakta. Kendisine olan saygısı zaten insanlığa olan saygısıyla doğru orantılı bir şekilde ve daha hızlı azalmakta.


A.B.

Psikososyal ortam kişinin özsaygısı ve özyeterliliği ile ilişkilendirilir. Eğer çalışılan ortam psikososyal olarak pozitif unsurlar içeriyorsa kişi işte yeterli olmak için motivasyona sahip olur ve bu şekilde çalışıp başarılı olunca kendisine duyduğu saygı artar.

4. İşverenin yüksek emek – düşük ödül dayatması hangi koşullar altında etkili olmaktadır?