SOSYAL YAPI ve STRES


Amaç: Sosyal yapı ile sağlık arasındaki ilişkiler hakkında bilgi sahibi olmak

Öğrenim hedefleri:
1. Sosyal yapının sağlığı hangi yollardan etkilediğini tanımlayabilmek
2. Organizmanın tehditler karşısındaki yanıtlarını tanımlayabilmek
3. Kronik stresin insan bedeni üzerine etkilerini sayabilmek

Danışman: Ebru Basa

(ACŞ)

İlk bakışta, kişilerin sağlığı üzerinde kalıtsal ve çevresel koşulların mutlak değerleri ölçüsünde etkisi olduğu düşünülebilir. Brunner ve Marmot’nun kaleme aldığı “Sosyal Yapı, Stres ve Sağlık” bölümünde atıfta bulunulan birçok çalışma ise insanların mensubu oldukları toplumun sosyal hiyerarşisi içindeki konumlarının, sağlıkları üzerinde çeşitli psiko-sosyal etkenler ve bunlarla bağlantılı biyolojik yolaklar üzerinden birey ve toplum sağlığını etkilediğini göstermiştir. Buna göre yaşamı üzerinde denetim sahibi olma hissi, sosyal izolasyon derecesi, iş yerindeki organizasyon ve sosyoekonomik konumun başta kalp-damar hastalıkları, depresyon, diyabet gibi çeşitli kronik hastalıkların gelişimini tetikleyen etkileri belirgin bir şekilde tanımlanabilir. Metinde, bu etkilerin sosyal kaynakları ve biyolojik yolakları net bir biçimde ortaya konmuştur.

Psiko-sosyal etkenlerin sağlık üzerine etkisi olması sezgisel olarak da tutarlıdır. Evrim, doğada geçirdiğimiz milyonlarca yıl içerisinde fizyolojimizin çeşitli tehlikeler karşısında otomatik yanıtlar verecek biçimde ayarlanmasını mümkün kılmıştır. Bu yanıtlara kısaca stres yanıtları denir ve bağışıklık, kalp-damar sistemi başta olmak üzere vücutta birçok değişiklik ve aktivitenin oluşmasını sağlarlar: karşılaşılan bir tehditle başa çıkmaya yarayacak şekilde hormon ve sinir sistemimiz hızlı tepkiler verir, uyarılmış ve artırılmış bir dikkat seviyesi sağlanır. İşte doğa şartlarında kurtuluşumuz açısından büyük öneme sahip bu mekanizma, günümüzde şehir hayatında – büyük olasılıkla yaklaşık on bin yıl öncesine tarihleyebileceğimiz tarım devriminden itibaren – bizi birçok hastalığa mahkum edebilmektedir: yapılan çalışmalar, “savaş veya kaç yanıtı” olarak tanımlanan bu tepki mekanizmasının sık uyarılması (kronik stres) durumunda depresyon, diyabet, yüksek kan basıncı, enflamasyon ve enfeksiyonlara yatkınlık, damar duvarlarında kolesterol birikimi ve bunlara binaen kalp krizi ve inme riskinin önemli ölçüde arttığını ortaya koyar. Stres cevabı mekanizmasındaki bozuklukların ayrıca pıhtılaşma sistemi, yetişkinlerde koroner hastalıklar ve çocuklarda büyümeyi olumsuz etkileyici özelliği de gözlemlenmiştir.

Konu hakkında detaylı ve kapsamlı bir yaklaşım için sosyal hiyerarşideki konum kaynaklı psiko-sosyal etkenler ve bu etkenlerle sağlık arasında bağlantı kuran biyolojik olabilirliği bulunan mekanizmalardan bahsetmek gerekir. Eğer sağlığın bozulması vücudun anlık kurtuluş için geliştirdiği biyolojik stres cevabı mekanizmasının aşırı uyarılması kaynaklıysa, bu durumu oluşturabilecek faktörler arasında birçok neden sayılabilir; ancak yapılan çalışmalar sosyal yapıyla bağlantılı sebepler olarak iş yerinde ve yaşamda düşük düzeyde kontrol sahibi olmak, sosyal izolasyon ve toplumsal hiyerarşideki konum kaynaklı düşük özsaygı ve yine bunlara bağlı olarak kronik endişe ve güvensizlik üzerine yoğunlaşmıştır. Bu etkenler ve sağlık üzerindeki tesirlerini birbirine nedensellik sağlayacak biçimde bağlayacak ve biyolojik olabilirliği bulunan mekanizmalar olaraksa iki ana biyolojik yolak tanımlanır. Vücutta bir dizi sinirsel ve hormonal sinyalin tetikleyicisi olan bu yolakların ilki sempato-adrenal yolak, diğeriyse hipotalamo-hipofizer-adrenal (HHA) eksendir. Sempato-adrenal yolak, sempatik sinir sistemini kullanır ve çok hızlı harekete geçer; hormonal ürünler olarak sinir uçlarından salgılanan noradrenalin ile adrenal bezlerden kan dolaşımına salgılanan adrenalini sayabiliriz. Adından da anlaşılacağı üzere, ikinci yolak olan HHA eksen beyinde bulunan hipotalamus, hipofiz ve böbrek üstü adrenal bezlerden oluşur. Sonuncusu, çoğu zaman stres hormonu olarak da anılan kortizolü salgılaması açısından önemlidir. Dolayısıyla savaş ya da kaç yanıtı, psiko-sosyal etkenler ile insan fizyolojisi arasındaki bağlantıyı kuran bu iki nöro-endokrin yolak üzerinden meydana gelir.

Brunner ve Marmot’nun, kitabın bu bölümünü hazırlarken birçok araştırmadan örnek verdiğini görüyoruz; öyle ki, hem insanlar hem hayvanlar üzerinde yapılan bu çalışmalar, sosyal hiyerarşideki yerin stresle ve sağlıkla olan alakasını gözler önüne seriyor. Buradan hareketle; sosyal yapının kişinin toplumdaki yeriyle alakalı algısına bağlı olarak kendi değerini ve özsaygını tanımladığını ve bunun da yaşanan sağlık bozukluklarıyla doğrudan bağlantılı olduğunu çıkarırız; zaten kendimiz ve çevremizdeki insanları düşünecek olursak sezgisel olarak da bu sonuca varabileceğimiz aşikardır. Buradaki mühim mesele tüm bu çıkarımlar ışığında birey ve toplum sağlığını iyiye götürecek verimli sosyal politikalar üretmektir. Çoğu zaman konu ve olay bazlı spesifik çözümler üretilmesi gerekse de toplum sağlığı alanında genel bir perspektif sağlanması açısından metnin birtakım imaları bulunuyor. Bunlardan en barizi sınıfsal hiyerarşinin genel anlamda toplum sağlığı üzerine olumsuz etkisi. Sağlıklı stres yanıtıyla (dinlenme durumuna çabuk ve tam bir dönüş, stresle ilişkili hastalıklara direnç) ilişkili olarak çoğunlukla maddi durumu iyi insanların sahip olduğu çalışma ortamı ve yaşam biçimlerini görüyoruz; dolayısıyla bu olanakların daha geniş kesimlerce ulaşılabilmesi için politik ve sosyal alanda daha kapsayıcı ve katılımcı karar süreçleri ve örgütlenme biçimleri, dünyanın hemen her coğrafyasında gün geçtikçe artan gelir ve servet eşitsizliğini azaltacak ekonomi politikaları, kişilere gelir düzeyinden bağımsız sağlanacak geniş sosyal haklar ihtiyacımız olan değişimlerden bazıları olarak sıralanabilir.


(E.K.)

Öyle görünüyor ki yazarların, özellikle koruyucu sağlık hizmetleri alanında politika oluşumlarına bilimsel veriler ışığında müdahale edebilme gibi bir amaçları var. Çok özet olarak, sosyal yapının kronik stres oluşumuna etkisi, kronik stresin de bireylerin fiziksel sağlığına etkisinin bilimsel olarak anlamlı olduğunu iddia ediyorlar. Çevresel mücadelelere karşı evrimleşen insan fizyolojisi, çevresel faktörlere adapte olabilmek için strese karşı savaş ya da kaç yanıtı üretir. Bu stres uyarısı, çevresel faktörlerle başa çıkma açısından insana avantaj sağlamıştır.

Ancak son 200 yılda değişen maddi ve toplumsal ortam, çevresel mücadelelere göre evrimleşen insan biyolojisi için farklı bir ortamdır. Yazarlara göre, endüstrileşme ve kentleşme ile artık nadir görülen fiziksel ve biyolojik tehlikelerin, yani fiziksel çevreyle mücadelenin yerini, sosyal ortamda gelişen psikolojik talepler ve mücadeleler almıştır. Yazarlar, sosyal farklılık, hiyerarşik konum ve özellikle çalışma koşulları ve iş hayatının belirlediği sosyo-ekonomik statünün, sosyal ortam içerisinde bireyin verdiği mücadelenin en büyük belirleyenleri olarak almaktadır.

Buna göre bireyin iş hayatında ve toplumsal hayatında, sosyo-ekonomik statüsüne bağlı olarak günlük ürettiği stres ve bu stresin özellikle alt tabakalarda sosyo-ekonomik statünün değişmeyeceği gerçeğine bağlı olarak kronikleşmesi, diyabet ve kardiyovasküler hastalıklar riskinin hiyerarşinin altına doğru artıyor olmasında anlamlı bir etken olarak ele alınmalıdır.

Bir sosyal bilimci olarak, tıbbi terimlere hakim olmadığımdan tıbbi açıklamaları metni okurken ne kadar kavrayabildiğimden emin değilim. Ancak, benim için metnin iki ilgi çekici noktası oldu. İlk olarak yazarlar, sosyal ortam, sosyal yapı, sosyal farklılık, sosyal hiyerarşi, sosyo-ekonomik statü gibi kavramları herhangi bir tanımlamaya gitmeden, zaman zaman birbirlerinin yerini tutacak şekilde kullanıyorlar.

Örneğin, tek bir örnek şeklinde verdikleri ancak ana amaç olarak tanımladıkları “stresin yüksek düzey idareciler için baskın bir sağlık riski olduğu şeklindeki genel ve yanlış kanıyı gidermek”, metin içerisinde çarpıcı bir cümle olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bu gözleme ve bu kanıya nasıl sahip olduklarına dair bir ipucu görmemiz mümkün olmuyor. Ayrıca, bu kadar güçlü bir karşılaştırma ne sonuç, ne de özet bölümlerinde görülebiliyor.

İkinci olarak, metinde genel olarak, kendileri dillendirmese de erken kapitalistleşmiş ülkelerin kamu kurumlarında çalışanlar ve onların çalışma koşulları, yazarların kafasındaki temel “sosyal yapıyı” oluşturuyor gibi görünüyor. Bu yapı içerisinde, yine tam olarak tanımlamadıkları ve sosyal yapıdan hiyerarşik düzen dışında nasıl etkilendiğini bilmediğimiz “psiko-sosyal etkenler” karşımıza çıkıyor. Bu durumda, sosyal olan ile psiko-sosyal olanın ne olduğu, belki de benim gibi tıp literatürünü yabancı bir okuyucu için, belirginsizleşiyor.

Halk sağlığı araştırmaları içerisinde, sosyal yapının sağlığa etkisi konusundaki araştırmalar ve deneyimler açısından bu metnin ve yazarların nasıl bir etkisi olduğunu değerlendirebilecek birikimim olmadığından, metnin literatüre müdahalesini tarihsel açıdan değerlendiremiyorum. Beraber yürüteceğimiz tartışmalarda, ele aldığımız metinlerin ve yazarlarının o zamana kadar birikmiş literatüre nasıl bir müdahalede bulunduğunu da değerlendirebilirsek öğretici olacağını düşünüyorum.

**************************************************************************************************************************************************************************************


KATILIMCILARIN SORULARI - DÜŞÜNCELERİ

M.Ç.

Merhabalar benim tüm tartışma grubuna bir sorum olacaktı. Metni okurken gördüm ki ölümcül olabilecek birçok kronik rahatsızlığın gerçekten insanın sınıfsal aidiyeti ile doğrudan bağı var. Kısacası işçi sınıfına mensupsak daha çok rahatsızlanıyoruz daha çok ölümle burun buruna gelebiliyoruz ve bunlarla baş edebilme yeteneklerimiz kısıtlanmış oluyor. Soru şudur ki;  kendimde işçi sınıfına mensup olarak okurken sinirlerim bozuldu ve bu durumun tersine nasıl çevrilebileceğini, mücadele mekanizmalarını düşünmeye koyuldum. Acaba işçi sınıfına mensup bireylere bu bilimsel verileri nasıl aktarabiliriz? Halk sağlığı bilimi açısından nasıl mücadele olanakları yaratabiliriz? İçinde yaşadığımız düzende bunu becerebilen bir yapı var mıdır?

Soru için çok teşekkürler. Sol portalda “Sınıfın Sağlığı” bloğunda yıllardır bu söylediğinizi anlatmaya, “sağlığın” birçoğumuzun “daha politik” olduğunu sandığımız birçok konudan / alandan çok daha “politik” olduğunu, dahası insanlarla diğer konulara göre çok daha kolay konuşulabileceğini göstermeye çalışıyoruz. 

******************************************************************************************************************************************************************

Merhaba arkadaşlar,
Günümüzde sağlıkta eşitsizlikleri açıklamakta öne çıkan üç kuram var: psikososyal kuram, hastalıkların sosyal olarak üretilmesi / sağlığın politik ekonomisi kuramı ve ekososyal kuram. Bu modülde bu kuramlardan birine, psikososyal kurama giriş yapıyoruz.
Psikososyal kuram çok kabaca sosyal çevrenin, nöroendokrin işlevleri etkileyerek bireylerin yatkınlığını değiştirdiğini savunur. Psikososyal faktörler arasında egemenlik hiyerarşisi, sosyal bağların zayıflaması, hızlı sosyal değişim, marjinalleşme, sosyal yalıtlanma, sosyal destek vardır. Sosyal desteğin, stresörlere maruziyeti azaltmaktan daha etkili olduğunu savunur. Sosyal sermayeye vurgu yapar. Dikkati insan ilişkilerine ve biyolojik yanıtlara çeker.

Metni okurken, bu kuramın dayandığı felsefeyi ortaya çıkartmaya çalışmanızı öneriyorum. Psikososyal kuramı inşa edenler hangi düşünür(ler)den esinlenmiş olabilirler?

******************************************************************************************************************************************************************

İlker Belek

EK'nın yorum, katkı ve sorularına dair Akif hocanın yazdıklarını genişletme amacıyla düşüncelerim:

1-EK'nın katkıları çok değerli, soruları çok önemli, çok uzun zamandır yalnızca halk sağlığı alanının değil, sosyal bilimler alanının da önemli, heyecan verici ve yaratıcı düşünceye alan açan soruları. Bu soruların Türkiye'deki (resmi) halk sağlığı bilim alanı içinde pek dikkat çekici bulunmadığını da ekleyeyim.

2-Halk sağlığı alanında sosyoekonomik faktörlerin sağlık, sağlık hizmeti kullanımı ve sağlıkla ilgili davranışlar üzerinde belirleyici etkilerinin olduğu konusunda bir mutabakat vardır. Sosyoekonomik değişkenler denilirken kast edilenler de gelir, eğitim, meslek ve sınıfsal konumdur. Görüldüğü gibi sınıflı bir toplumda, sınıf değişkeni diğerleriyle eş düzeyli bir değişken olarak ele alınır. Bu yaklaşım klasik derecelendirme mantığının yansımasıdır. Bu değişkenlerin sağlık üzerindeki etkilerinin ölçülmesi bakımından he birisi kendi içerisinde niceliksel kategorilere (geliri, eğitimi şu kadar olanlar, düşük, orta, yüksek sınıfta yer alanlar gibi) ayrılır ve istatistiksel olarak sağlık değişkeniyle (örneğin algılanan sağlık, tansiyon, kan şekeri, ortalama yaşam süresi gibi) analize sokulur. Dolayısıyla bu yaklaşım toplumsal yapı ve o yapının içindeki toplumsal sorunlarla ilgili herhangi bir kuramsal yaklaşım ve toplumsal çözüm önerisi geliştirme şansına sahip değildir.

3- Bir başka sorun, sınıf derken kast edilendir. Kendisini sosyalist, Marksist olarak değerlendiren araştırmacıların bile pek çoğu, sınıfı, diğer üç sosyoekonomik değişkenden türeten bir derecelendirme yaklaşımı sergilerler. Örneğin gelir bakımından düşük, eğitim bakımından düşük derecede yer alan ve mesleki olarak da düşük statülü meslekleri yapanlar işçi kategorisine alınırlar. Bu kitabın yazarlarının da yaklaşımı bu.

4-Oysa sınıf diğer üç sosyoekonomik değişkenle yakın ilişki halinde bulunan ve diğer üçünü belirleyen ana değişkendir. Marksist yöntem bireylerin sınıfsal konumlarını onların üretim araçlarının karşısındaki konumlarına göre tanımlar. Bu konuda Türkiye'de benim bildiğim ilk saha araştırması Korkut Boratav'ınİstanbul ve Anadolu'dan SınıfProfilleri'dir (kitap olarak 1990'larda yayımlandı). Sonra Ahmet Haşim Köse ve ekibi 2000'li yıllardan itibaren aynı yaklaşımla Türkiye'de sınıfların gelir ve servetlerini sergileyen değişik makaleler yayımladılar. Bu yaklaşıma göre toplumsal sınıfları şöyle ayrıştırabiliriz: 1-Burjuvalar (sahip oldukları üretim aracı kütlesine ya da aynı şeyi ifade etmek üzere istihdam ettikleri emekçi sayısına göre küçük, orta ve büyük burjuvalar olarak). 2- İşçi sınıfı (daha çok kafa ya da kol emekçileri olmaları durumuna göre mavi yakalılar ve hizmet emekçileri olmak üzere). 3-Bunların arasında yer alan ve küçük ölçekte üretim aracı sahibi olan küçük burjuvalar ve yalnızca kendi hesabına çalışanlar kategorileri.

5-Sınıfı bu şekilde tanımlamak ve dolayısıyla sınıfa apayrı bir belirleyici değişken olarak önem atfetmek bireylerin ve toplumsal grupların sağlığını açıklamak bakımından da ampirik avantaj sağlıyor. Bu şekilde tanımlanmış sınıf, değişik sağlık göstergeleriyle, eğitim, gelir değişkenlerine göre çok daha ileri derecede istatistiksel ilişki sergiliyor.

Kolay gelsin.


(E.K.'nın sorularıyla beraber okuyunuz)
Bu modül, bugün halk sağlığı alanındaki tartışmaların, hatta ekranlarda sağlık tavsiyeleri verenlerin (Karataylar vb) ne dediğinin, uluslararası kuruluşların (DSÖ vb) ve Sağlık Bakanlığı’nın ne yapmaya çalıştığının anlaşılması bakımından dikkatle okunmalı.
Modül çok ciddi bir iddiayla başlıyor: mesele “mutlak” değil, “göreli” yoksunluktur ve bu nedenle sorun “sosyal” değil, “psiko-sosyaldir”.
Bu iddianın dayanağı Whitehall çalışmaları. Hikaye kabaca şöyle: İngiltere’de devlet memurları sağlık bakımından uzun süre izleniyor ve sağlıkta en alt kademe memurlardan, en üst kademeye, her kademede sağlığın daha iyi olduğu bir gradyan bulunuyor. Bu çalışmaya kadar sağlıkta zengin ile yoksul arasındaki eşitsizlik, yoksulun “mutlak” yoksunluğuna bağlanıyordu ve bu durum “sosyal eşitsizlik” ile açıklanıyordu. Fakat bu çalışmada mesela 1. Derece memur (müdür) ile 2. Derece memur (müdür yardımcısı) arasında da sağlık bakımından eşitsizlik olduğu ortaya çıkınca, yazarlar bu eşitsizliği “mutlak” yoksunlukla (sosyal eşitsizlikle) açıklamak mümkün değil diyorlar, “göreli” yoksunluk kavramını üretiyorlar ve asıl mesele müdür ile müdür yardımcısı arasındaki “gelir” farkı (maddi) değil, hiyerarşi içindeki “konum” farkı (psikolojik) diyolar.
Burada anahtar sözcük “sosyal” yani toplum. Marksist düşünce toplumu farklı çıkarlara sahip “sınıflardan” oluşan bir yapı olarak görürken, Durkheimcı / Weberci düşünce toplumu çeşitli mesleklere sahip insanlar toplamı olarak görüyor. Marksist düşüncede tarihi insan yaparken (dolayısıyla insan değiştirebilir de), Durkheimcı düşünce topluma “doğa” yasalarına benzer yasaların egemen olduğunu, insanın bu yasaları öğrenip ona göre davranması gerektiğini (dolayısıyla değiştiremeyeceği şeye uyum sağlaması) savunuyor.
Şimdi kitabın 21. Sayfasındaki Şekil 2.2’de sunulan şemaya bu gözle bakalım. En üstteki “sosyal yapı”, çeşitli yolaklar üzerinden sağlığı belirliyor. Geriye kalan savaş – kaç vs. gibi teknik kısma takılmayalım. Mesele bu “sosyal yapı” ile neyin kastedildiği meselesi.
Yazarların 33. Sayfada tartıştığı “sınıf hiyerarşisi”, aslında konunun püf noktası, çünkü “sınıf” kavramı üzerine bir uzlaşma yok. Marksizm sınıfı “üretim araçlarıyla ilişki” içinde ele alıyor ve üretim araçlarına sahip olanlara sermayedar (kapitalist), geçimini emek-gücünü kapitaliste satarak sağlayanlara proleter, geri kalana “ara sınıflar” diyor. Yazarlar ise sınıfı “sosyoekonomik durum” göstergeleriyle (gelir, meslek, eğitim) açıklıyor. İlk bakışta arada fark yokmuş gibi görünüyor. Gerçekten de Marksistlerin proleter olarak tanımladıkları daha düşük sosyoekonomik konumda. Fakat mesele farklı. Marksistler sermayedar ile proleter arasındaki ilişkiyi “sömürü” ilişkisi olarak tanımlıyor ve hastalıkların kök nedenlerini burada arıyor. Yazarlar ise bu ilişkide, sömürüyü görmüyor, yalnız “hiyerarşiyi” görüp hastalıkların kök nedenlerini burada arıyor. Yani Şekil 2.2.’de “sömürü” yok.
Bunları “politik” sonucu ne? Yazarlar meseleyi toplumdaki sosyoekonomik eşitsizliklerin “kendisinde” değil, “artmasında” görüyor. O halde sosyoekonomik eşitsizlikleri “ortadan kaldırmak” yerine, “azaltmak” yeterli. Çünkü mesele Whitehall çalışmasının gösterdiği (!) gibi hiyerarşi meselesidir. O halde gelir eşitsizliği azaltılarak, insanlar eğitilerek, sosyal bağlar güçlendirilerek sağlıkta eşitsizlikler azaltılabilir.
Şimdi kafa karıştırmak istemiyorum fakat bu tartışmada bir de Neo-Marksist konum var. Burada “sınıf” meselesinde biraz faklı bir yaklaşım söz konusu. Neo-Marksistler, şirketlerin üst düzey yöneticilerini, üretim araçlarına sahip olmamakla birlikte üretimi kontrol ettikleri gerekçesiyle “kapitalist” sınıf içinde görüyorlar. Kafa karıştırmamak için burada bırakayım fakat hocalarımızdan İlker Belek’in bu konuda Yazılama Yayınevi’nden çıkmış “Kapitalizmde Sınıf” kitabı var, bence “sınıf” konusundaki güncel tartışmalar için bu kitap okunmalı. 

****************************************************************************************************************************************************************************************************************



B.B.

Makalede bahsedilen biyolojik programlamadan kastedileni tam olarak anlayamadım. Sağlıkta yaşadığımız eşitsizlikler aşılamayan zararlı sosyal alışkanlıkların devam etmesine neden oluyorsa sorunu ötelemeyip şu anki bulunduğumuz durumda yapmamız gerekenler ne olabilir?


Biyolojik programlama bir metafor. Program sözcüğü ile embriyonun gelişerek fetüse büyüme süreci ve 40 hafta içinde bebeğin doğuma hazır hale gelmesi kastediliyor. Bu süreci belirleyen beslenme ve oksijen. Eğer anne gebelik süresince yeterli beslenemezse, bebeğin çeşitli organları gerektiği gibi gelişemiyor ve birey daha doğumda kalp hastalıkları gibi materyalde sayılan durumların gelişmesine yatkınlaşıyor, ileride bu hastalıkların gelişme riski artıyor. Buradan çıkan sonuç, sağlıklı nesiller isteniyorsa, gebelerin beslenmesine önem verilmesi gerektiği.
İkinci soruyu da, birinciyle bağlantılı yanıtlayalım. Durum çok açık, bebeğin sağlıklı doğması için annenin iyi beslenmesi gerekiyor. Anneyi besleyemiyoruz, sorunu ötelemeyip bebek için şu anki bulunduğumuz durumda ne yapabiliriz? Durum bu kadar net. Sağlıktaki eşitsizliklere, toplumsal eşitsizlikler neden oluyor. Toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldıramıyoruz, sağlıkta eşitsizlikleri gidermek için sorunu ötelemeyip şu anki bulunduğumuz durumda ne yapabiliriz?
Umuyorum yanıt yeterli olmuştur. İster şu anda, ister daha sonra fark etmiyor, yapılacak şey aynı: bebeğin sağlıklı doğması isteniyorsa anne beslenecek, sağlıkta eşitsizlikler kaldırılmak isteniyorsa toplumdaki eşitsizlikler kaldırılacak. Gıda, barınma, yoksulluk gibi modülleri işlerken bu durumu daha iyi görebileceğiz.

TARTIŞMA SORULARI

1. Sosyal yapı hangi yollardan sağlık üzerine etki eder?


M.Ç.

Metnin giriş bölümünde, bireyin içinde bulunduğu sosyal hiyerarşinin ve bireyin yaşamındaki konumunun, fiziksel ve biyolojik sağlık durumunu etkilediği vurgulanmıştır. Sosyal yapı bireyin sosyal ortamını, iş ortamını, sağlık davranışlarını, psikolojisini ve son olarak beynini etkileyebilmektedir. Beynindeki nöro-endokrin ve bağışıklık yanıtı sistemine etki ederek sonuç olarak organ hasarına yol açabilmektedir. Metinde tablo ile anlatılan bu model sosyal yapı ile sağlık ve hastalık arasında maddi, psikosoyal ve davranışsal yolaklar üzerinden bağlantı kurmaktadır. Metni okurken ‘’yolak’’ kelimesinin tanımına baktığımda; ‘’biyokimyada metabolik yolak veya patika, hücre içinde meydana gelen bir dizi kimyasal tepkime’’  tanımını bulabildim. Sosyal yapının bu yolakları ve tepkimeleri başlatıcı özellikte olduğunu anlamış oldum.

Burada geçen “sosyal yapı” terimi yerine, daha açıklayıcı olan “üretimin sosyal ilişkileri” terimini kullanabiliriz. Böylece üretim tarzı ile ilişkiyi veya altyapı – üstyapı ilişkisini daha iyi tarif etmiş oluruz. 

H.B.A.



Maddi koşullar, sosyal ortam ve iş ortamı sosyal yapının sağlık üzerindeki etkisinin üç ana yoludur. Ekonomik yoksunluk, sosyal izolasyon, iş yerinde düşük düzeyde kontrol sahibi olma kavramları, sosyal yapının sağlığımız üzerindeki etkisinde psikolojik ve biyolojik süreçleri anlamamıza yol oluşturabilir.


2. Savaş – kaç yanıtının mekanizması nasıl işler?

M.Ç.

Evrim bilgisi bize insanların dışarıdan gelen öldürücü ve kısa süreli tehditlere hızla karşı koyma tavrı geliştirdiğini bildirir. Bu tehditler psikolojik, fiziksel veya biyolojik olabilir ya da üçünün bileşimi de olabilir. Hemen hemen tüm memelilerde bu tehditlere karşı koyma halini araştırmalar sayesinde görebilmekteyiz. Bu tehditlere karşı edinilen ‘’duygusal bilgi’’ sinir ve hormon sinyalinin tetikleyicisidir. Metinde beynimizde bulunan ve nöro-endokrin yolaklar adını verdiğimiz iki ana yolaktan bahsedilmiştir. Bu yolaklar tehditle karşı karşıya kaldığında beynimizin bazı bölümlerini kullanarak fiziksel tepkiler vermemizi ve sonucunda da ‘’savaş ya da kaç’’ eylemini gerçekleştirmemizi sağlamaktadır.


H.B.A.

Duyusal bilgi, beyni ve vücudu tehlikeye karşı yanıt vermek üzere uyarır. Sonrasında birbirini takip eden birçok fizyolojik değişimler meydana gelir. Örnek olarak uyarılma sonucu hormonların salgılanması. Tehlike geçince bu değişimler kaybolur. Sürekli uyarılma ortamında ise fizyolojik ve psikolojik değişimler uzun vadede çeşitli hastalıklara yol açmaktadır.

3. Sosyal yapı nasıl kronik stres oluşturur?

M.Ç.


Yolaklar aracılığıyla insanın tehditlere karşı savunma, savaşma veya kaçma davranışları geliştirmesi kısa vadede hayatını kurtaran, zarar görmesini engelleyen bir sistemdir. Ancak bu sistemin sürekli bir şekilde sosyal yapı tarafından tetiklenmesi, insanın iş hayatında az kontrol sahibi olması, düşük geliri, mutsuz bir aile yaşantısı gibi durumlar uzun vadede bireyin kronik stres sahibi olmasını, depresyona sürüklenmesini veya paranoya olmasına yol açabilmektedir.

Gündelik yaşantımızı ve ilişkilerimizi düşünürsek, emekçiler olarak sadece işte değil, hayatımızla ilgili çok az konuda iktidar sahibi olduğumuzu ve hemen her zaman bir kapanda yaşadığımızı görürüz. Bu öyle bir kapandır ki, kaçmak da, savaşmak da çok zordur, çoğu kez büyük bedeller ödemek gerekir. Kapitalist toplumda emekçiler sürekli stres altındadır. Her şey bir yana, her gün ayın sonunu nasıl getirebileceğini aklından çıkartamamak yeter. 

H.B.A.



Sürekli stres üreten bir iş ortamı, gelecek kaygısı, sosyal izolasyon, çocuk yetiştirmeye hazır olmayan ebeveynlere maruz kalma, sosyal statü vb. ezen-ezilen durumu yaratan bir sosyal yapı sürekli bir birey için stres üretir. Sürekli stres durumu nedeniyle stres anında vücudun geçirdiği değişimler sonucunda kan basıncı bazal değerinin, normalin üzerinde seyrettiğini gösteren çalışmalar yapılmıştır. Yani fizyolojik olarak stresli olma hali birey için normalleşmektedir.

4. Kronik stresin yol açabildiği sağlık sorunları nelerdir?


M.Ç.

Kronik stresle birlikte insanın savaş-kaç mekanizmasının sürekli tetiklenmesi kalp ve damar rahatsızlıklarına, damarlarda hormonal tetiklenmenin yol açtığı yağlanma ile kolesterole yol açabilmektedir. Depresyon, anksiyete, paranoya da yine stresin getirebildiği rahatsızlıklardır.

H.B.A.

Kronik stresin bağışıklık sistemini, endokrin sistemini etkilediğini gösteren deneyler bulunmaktadır ve dolayısıyla çeşitli hastalıklara yol açtığı düşünülmektedir. Kalp hastalıkları, enfeksiyon hastalıkları, kanser hastalıkları gibi ciddi sorunlara katkısı vardır.