HASTALIK KAVRAMI


Amaç: Hastalık kavramının tarihsel – toplumsal gelişim süreçleri içinde geçirdiği evrim hakkında bilgi sahibi olmak

Öğrenim hedefleri:
1. Üretim ilişkileriyle sağlık arasındaki ilişkiyi altyapı – üstyapı ilişkileri içinde açıklayabilmek
2. Tarih boyunca sağlık/hastalık kavramının geçirdiği aşamaları sıralayabilmek
3. Sağlığa mekanik yaklaşım ile diyalektik maddeci yaklaşım arasındaki farkı anlatabilmek


Danışman: Akif Akalın


(A.B.)

İnsanlık tarihinin başlangıcından beri üzerine düşünülen “sağlık” kavramının tanımlanması zamana ve toplumlara bağlı olarak değişim göstermiştir. Günümüzde, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ifadesine göre sağlık şöyle tanımlanır: “Sağlık; yalnızca hastalık ve sakatlığın olmaması değil, bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir.” Oysa insanların; çok tanrıcılık inancının etkili olduğu zamanlarda hastalığı, tanrının vermiş olduğu bir ceza olarak gördüğünü bilmekteyiz. Bu durum yetkiyi tanrıdan aldığı düşünülen krallar ile köleler arasındaki farkı daha fazla açmış, gereken tedavilerin yapılamamasına ve yaşam süresinin kısa kalmasına sebep olmuştur. Hastalığın tanrısal bir ceza olarak görülmesine karşın 4000 yıl öncesine dayanan Gılgamış Destanı'nda insanların ölümsüzlük suyunu aradıklarını görmekteyiz. Bu düşüncenin günümüzdeki “Sağlıklı ve uzun yaşam” çalışmalarına benzer olduğunu söyleyebiliriz.

Antik Yunan'da demokratik yönetimle birlikte gelişen bilimsel çalışmaların tıp üzerindeki etkilerini görmekteyiz. Hipokrat, insan vücudunun 4 temel maddeden (toprak, hava, su ve ateş) oluştuğunu, bunların karşılıklı denge durumunda olmasının sağlıklı olmayı sağladığını, dengenin bozulması ile de hastalıkların ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Bu görüş bugün doğru olmamasına rağmen hastalıkların oluşumu konusunda gizemli ve doğa ötesi etkilerden arınmış ilk görüştür. Ancak tıp alanındaki gelişmeler Hipokrat'tan sonra aynı hızla ilerlememiştir. Dönemin yaşayış ve yönetim biçimi, dini inanışlar hastalığın algılanış biçimi üzerine etkili olmuştur.

Hekimlik, bulgusal (semptomatik) olarak başlamıştır. Hastalığın oluşumunda neden-sonuç ilişkisi ortaya konulmamakta ve her bir semptom tek tek iyileştirilmeye çalışılmıştır. Daha sonra Antonie van Leeuwenhoek (1632-1723), kendi tasarımı olan mikroskop ile 1675’de mikroorganizmaları gözlemlemesiyle laboratuvar dönemine geçilmiştir. Buradaki düşüncenin, sağlığın pozitivist-mekanik anlayışıyla örtüştüğünü söyleyebiliriz. Bu anlayışta  “Hasta yok, hastalık var” ifadesi kabul görülür. Hastalık bir etken sonucu çevresel koşullardan bağımsız olarak oluşur ve etken kaldırıldığı zaman kişi sağlığına kavuşur. Hasta birey, tedavide hekime karşı pasif bir rol oynar ve sağlını korumada yalnızdır. Toplumsal şartlar mekanik anlayışta göz ardı edilmiştir.

19. yüzyıl itibariyle hastalık sosyal bir olgu olarak benimsenmeye başlanmıştır. Pozitivist- mekanik anlayışın aksine çevresel şartların toplum sağlığındaki önemi üzerine durulmuştur. Aslında bu yeni fark edilen bir durum değildir. İnsanlar ilk çağlardan beri koşulların sağlığı etkilediğinin farkındadır. MS 100 de Columella (Romalı yazar) yer seçiminde çevrenin önemini “Ne bir bina bataklık bir yere yapılmalı, ne de yollar böyle yerlerden geçmelidir. Yoksa sivrisinek ve pis kokudan kurtulamayız ve sıtma oluruz” ifadesi ile belirtmiştir. Geçmiş dönem insanların farkındalığına rağmen zamanın teknolojisine, yönetim biçimlerine ve ihtiyaçlarına göre iki farklı düşünceyi savunan mekanik ve diyalektik - maddeci sağlık anlayışı beraber var olmuşlardır. İki anlayışın da yardımıyla hastalığın tanrısal bir ceza olması düşüncesi ortadan kaldırılarak tıp alanındaki gelişmelerin önü açılmıştır. Ancak ilerleyen zamanlarda hastalığın mekanik anlayışta olduğu gibi tek bir biyolojik etkene bağlı olmadığı anlaşılmasıyla diyalektik-maddeci anlayışın savunucuları artmıştır. Bu anlayışta sağlık sorunlarının çoğunun kişilerin yaşam biçimleriyle ilişkili olduğu belirlenmiş, sağlık sorunlarının ortaya çıkışında biyolojik faktörlerin yanı sıra sosyal, ekonomik, kültürel ve çevresel faktörlerin etkisi kanıtlanmıştır.
Günümüzde tıptaki ilerlemelerle salgınlar azalmış, insanların bağışıklık sistemleri güçlendirilmiş ve aşı kullanımıyla bazı hastalıkların önüne geçilmiştir. Ancak beslenme alışkanlıkları, sigara içme, alkol tüketimi, fiziksel durağanlık, radyasyon, stres gibi nedenlerle oranları artan bulaşıcı olmayan hastalıkların ölüme en çok sebebiyet veren hastalıklar olduklarını bilmekteyiz. Diyabet, kalp hastalıkları, kanser gibi çağımızın sorunu olan bu kronik hastalıklarda çevresel unsurların önemi kanıtlanmış olduğundan bu olguya mekanik sağlık anlayışıyla yaklaşmak yeterli olmamaktadır. Bu hastalıklar eşit ve yeterli sağlık hizmeti verilmesiyle, toplumda belirli bir bilinç oluşturulmasıyla, koruyucu hekimlik uygulamalarıyla ve belirli bir sosyo-ekonomik düzeye sahip olunmasıyla büyük oranda engellenebilecek hastalıklardır.
Toplumsal eşitsizliğin etkisini “yoksulluk şişmanlığı” örneğiyle gösterebiliriz. Yaygın olarak reklamları yapılan abur cubur yiyeceklerin tüketme alışkanlığı obezitede büyük bir etkiye sahiptir. Abur cubur yiyecekler; kahvaltı gevrekleri, şekerli çörekler, hazır pişmiş yemekler, tatlandırılmış karbonatlı içecekler ve birçok bisküvi ve makarna çeşididir. Bunlar özellikle düşük gelirliler tarafından tüketilir ve toplumun bu kesiminde yoksulluk şişmanlığı sendromuna sebebiyet verir.

Toplumda farklı kesimlerin sahip olduğu sağlık sorunlarını incelediğimizde diyalektik- maddeci sağlık anlayışının daha kapsayıcı bir düşünce olduğunu söyleyebiliriz çünkü toplumun sağlık düzeyini biyolojik faktörler, barınma koşulları, çalışma koşulları, sosyo-ekonomik durum, eğitim, yaşam biçimi, işsizlik, kültürel yapı, eğitim, hizmetlerin varlığı/erişilebilirliği, gıda ve ulaşım politikaları belirlemektedir. Bütün bu faktörlerin, yaşam süresi ve fiziksel ya da ruhsal hastalıklarla ilişkisi bilinmektedir. Bu etkenler sonuçlarını bize, sosyo-ekonomik gruplar arasındaki sağlık durumları farklılıklarıyla göstermektedir.

Bunların sonucunda diyebiliriz ki, toplumun fiziksel ve ruhen sağlığını korumak, hastalıklardan korunma ve tedavi yollarını geliştirmek aynı zamanda toplumun yaşam süresini uzatmanın yolu insanlara eşit sağlık hizmeti sağlama ve eğitimle yeterli bilinci oluşturabilmekle ilgilidir.




Tartışma Soruları

1. Tıbbın bilimsel kimlik kazanmasında laikliğin rolü nedir?
2. Pozitivizm insanların sağlığı/hastalığı kavrayışı üzerine etkileri nelerdir?
3. Günümüzde hekimler, ideolojik – politik tutumlarından bağımsız olarak, sağlığa ve hastalığa yaklaşımda neden diyalektik – maddeci yöntemi izlemek zorundadır? 
4. Sağlık hizmetlerinin doğuşta beklenen yaşam süresine katkısı ne kadardır?